NE NÜKLEER NE KÖMÜR NE DE ALDATMA

OSMANİYE VE BEN

OSMANİYE, YENİ BELEDİYE BİNASI VE ARTIK FIRSAT KAÇIRILMASIN-1

OSMANİYE VE BEN

(Not: Resim ve tabloların üzerine iki kez tıklandığında netleşir. Yazı dizisinin ikinci bölümünü okumak için https://umursuz54.wordpress.com/2012/12/27/osmaniye-2010-belediye-baskanlari-ve-kacirilmis-firsatlar/ , üçüncü bölümünü okumak için https://umursuz54.wordpress.com/2012/12/27/osmaniye-belediyesinin-sagliga-ve-cevreye-duyarli-yeni-yesil-binasi-1/ adreslerini tıklayınız)

Umur Gürsoy

Açıklama veya Yazı Dizisinin Önsözü

Soğuk bir kış günü kanatlarında mecal kalmadığından herhalde, yere düşmüş, donmak üzere olan küçük bir serçenin üzerine o sırada oradan geçmekte olan bir inek pisler. Sıcacık mayısın üzerine düşmesiyle donmaktan kurtulan serçe, keyfi yerine gelmiş bir halde başını pisliğin dışına çıkartarak sevinçle var gücüyle ötmeye başlar, Cıvıltıyı duyan aç bir kedi hemen oraya gelir, serçeyi yakalar ve afiyetle yer. İşte o zamandan beri atalar der ki:

Felaket anında üzerinize pislik atan her zaman düşmanınız değildir.

Boğazınıza kadar pisliğe gömülmüşken şarkı söylemeyin!

Sizi pislikten kurtarıp temizleyen her zaman dostunuz değildir (1).

Zor bir sınavı geçip ülkenin en önemli tıp fakültelerinden birisini 1979 yılında bitirip; bir başkasından 1984 yılında uzman (halk sağlığı) olan ve 26 yıldır eşi nedeniyle Osmaniye aidiyeti olan Bursalı bir hekimin para kazanmayı kendi arzusu ile tepip üstelik işvereni olan kamu idaresini ve ikinci-üçüncü şahısları eleştiren üstelik dünya durdukça kalacak biçimde suya sabuna dokunan yazılar yazmasını nasıl açıklamalı?

Öncelikle çok şükür ki “donacak kadar kötü ve boğazıma kadar pisliğe gömülü” değilim. Ama beni, ailemi ve içinde yaşadığım toplumu kurtardığını söyleyerek, kendi çıkarları için, kimsenin gözünün yaşına bakmadan, 80 yıllık cumhuriyetin halktan yana bütün kazanımlarını satan, başta yaşam kaynaklarımız olan suyumuzu ve toprağımızı olmak üzere her şeyi para ile alınıp satılır hale getiren; üstelik bunu dindar, dost ve iyiliksever görünerek yapan birçok düşman çevremizde cirit atıyor.

Bir tanışmamızda durumumu anlattığım yazar ve yayıncı Tanıl Bora, “Taşrada aydın olmak daha zordur” demişti. Evet, çünkü sizi yüz yüze veya istediğinde kolayca araştırarak okuduğunu anlayamadığından kim olduğunuzu bire bin bir önyargı katarak bulabilen; yargısız ve acımasızca infazın her türlüsünü deneyen; küçük çıkarların büyük çatışmalara neden olduğu, çıkarlarınızı engellediğini hissedince hiç acımadan sizi sürgüne tayine, hapse uğratacak (gizli) şikâyet ve siyaset mekanizmalarını devreye sokan; kolayca hedef olunabilen ve koruyucu aile ve kabilesi olmayan bir yerde yaşıyorsunuz.

“Kahramanca ölmekten çok, kahramanca yaşamak zordur” sözlerini kendisi de bir hekim ve muhalif olan Cenap Şahabettin bu nedenle söylemiş olmalı. Yurttaş için var olduğu söylenen kuvvetler ayrılığına dayanan temelini 12 Eylül’de yitiren Devlet, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından giderek daha (neo)faşist bir yönetime çevriliyor. Geçmişi bu korku ve kötü anılarla ile dolu taşradaki bir aydının kendi yaşadığı kenti eleştiren yazılar yazması böyle bir zamanda daha korkutucu ve acılı olabilir.

Hiçbir şey sizi buna zorlamamışken, rahat rahat oturmak varken neden eleştiri yazısı yazar ve tarafını belli eder, insan? Önce bu bir içdürtü. Başta kendisi olmak üzere çocukları, torunları ve sevdikleri için iyi bir toplum oluşturmak ve güzel günler görmek arzusu bunun en temel nedeni. Edward Said’in entelektüel tanımında anlamını bulan ezilenlerin yanında olmak çabası. Bir diğeri ise Roland Barthes’ın denemesinde uzun uzun anlattığı “Metnin hazzı”. Yazmaktan zevk almak. Beğenilmek isteği mi? Belki. Ölümsüzlük arayışları. Ama en çok da biliyor olmanın getirdiği tanık olmanın sorumluluğu.

Aziz Nesin, bir röportajında “Ben bu halka borçluyum, çünkü beni onlar okuttu” demişti. Eh, beni babam okuttu ve özel tıp okulu benim okuduğum yıllarda yoktu, ama özel tıp okulu olsa bile bu halkın verdiği vergilerle yapılmış pek çok hizmet alıyorum, hâlâ.

Ben de Osmaniye’ye ve genelde Türkiye halkına kendimi borçlu hissediyorum. Bu borç nedeniyle inanmadığım (doğru bulmadığım halde), sırf Osmaniye’ye devletin yardımı artar diye, il olması için çaba gösterdim, önderlik ettim ve böylece “Sağda, solda ileri geri konuşuyor” ve yerel gazetelere yazı yazıyor görünür nedeni ile, ama aslında çevreci kimliğimle Osmaniye’nin çevresini ve halkının suyunu, toprağını koruduğum için; Osmaniye’nin ilk valisi yapmış olduğum son kaymakamının (rahmetli) uzun görevden uzaklaştırılmalar sonunda verdiği disiplin cezaları ile ödüllendirildim.

Mehterbaşının valiliğinde ise halkı birbirine düşürmek suçundan hapis cezası almaktan hak bilir bir savcının ne dediğimi anlaması sayesinde kılpayı kurtuldum. Kınama cezası ile bu düşüncem değerlendirildi. Neymiş, şimdi yerinde yeller esen fidanlıktaki çam ağacı müzesi kesilince internet mesajı ile “Hayat ağacını kemiren şeytanların (yeşilin düşmanları demek istemiştim) gittiği ibadethanelere gitmem” diyesiymişim. Mehterbaşı ayrıca bir de çalıştığım Sağlık Müdürlüğü’nün bulunduğu valilik binasının bahçesine yaya kapısından bisikletimle girdiğim için disiplin cezası verdi. Aslında gerçekten cezalandırılan organize sanayi bölgesinin dibindeki ve rüzgâr altındaki Toprakkale ve Osmaniye halkıydı. Kastabala’ya çimento fabrikasını yapamadıkları için kuyruk acıları vardı. Osmaniye bir gün bunları ve beni anlayacaktır.

Osmaniye ve Ben

Eski otogar yıkıldıktan sonra, ne zaman Sevgili Belediye Başkanımız Kadir Kara’nın güler yüzlü fotoğrafının yanındaki “Yeni belediye Binası inşaatı yakında eski otogar arsasında başlayacaktır” diye yazan açık hava reklamını (billboard) görsem aklıma babam geliyor (2).

Osmaniye’yi ilk kez, Ankara’da tanışıp; sevdiğim kız Osmaniyeli çıkınca, evlendikten sonra 1986 yılında akrabalara el öpmeye geldiğimizde, Ramazan Bayramı’nda gördüm. O ziyaretten aklımda iki şey kalmış: Şehrin en merkezi yerindeki Palalı Süleyman Caddesi’nin stabilize toprak yol olması ve şimdiki Musa Şahin; o zamanki adı İnönü Bulvarı olan Adana-Antep Karayolu’nun (D-400) şehir içinde geçen bölümündeki sağlı sollu kaldırımlarının yapımı ve ağaç dikme çalışmalarının yükselttiği büyük kum ve toprak yığınları. Bir de, 1989’da Osmaniye’ye yerleşince 1991 yılında kurduğum Çevre Dostlar Derneği’ni ve başkanı olduğumu duyan Osmaniyelilerin katıldığım her toplantıda ve sohbette anlattığı fıkra: İlkokulda “Ormanın üç zararlısını söyle” diyen ve “Ateş, balta ve keçi” cevabını bekleyen öğretmenine Osmaniyeli öğrencinin verdiği cevap: “M…klar, T…rekler ve A….kirliler.Resim1 Eski Otogar arsası 2012

Annem, babam, kız ve erkek kardeşim ve eşleri de Osmaniye’yi, 1990’da bize yaptıkları ziyarette ilk kez gördüler. Çünkü bizim ailemiz Bursa-İnegöl ve Ankara dışında yaşamamıştı. Ankara’yı, Bursa’yı ve Hacc’a gittiklerinde Arap çöllerindeki Mukaddes Topraklar dışında özellikle batılı ülkelerdeki gelişmiş şehirleri Osmaniyeliler nasıl hiç görmemişlerse; annem ve emekli İngilizce öğretmeni olarak İngiltere ve Fransa görmüş babam da; o zamana kadar Ankara’nın doğusunu hiç görmemişti.

Babam, şehir merkezini yürüyerek gezdikten sonra eve dönerken; Karaoğlanoğlu Parkı’nın kenarındaki yeni biten İnönü Bulvarı’nın kaldırımında şöyle bir durdu ve başını kaldırıp bana dönerek içindeki o hayret cümlesini söyledi: “Umur, burası Türkiye’den 25 yıl geri!”

Bursa’nın, İnegöl’ün ve Ankara’nın sanayileşme, hava kirliliği, otomobil ve binaların işgali nedeniyle yaşamı artık desteklemeyerek gözümün önünde yeşillerini, havasını, suyunu, doğasını kaybedilişlerini görmüştüm. Bu nedenle, bozulmamış doğasıyla şehir planlamacılarının ve devletin henüz elinin değmediği bakir Osmaniye;  benim için koruyabileceğim ve diğer kentlerin yaptığı yanlışları yapmadan kalkınması için çaba göstereceğim bir kent olabilirdi. Ama bir eksiğim vardı: Ülkü Tamer’in “Konuşma” başlıklı şiirindekinin aksine ne yazık ki ben, hem “Hem dersimi biliyordum hem de şişman olmasam da dürüsttüm, çok solcuydum ve çok okuyordum, herkesten”. Ağzım laf yapıyordu. Bu yüzden diğer aday adaylarını alt edebilecek kadar iyi bir belediye başkanı veya milletvekili aday adayı olabilirdim. Yöneticiler ve Osmaniye’nin bütün sistem partilerinin yönetimleri ve eşrafı benden korktu. Bu nedenle neredeyse kent yaşamıyla ilgili hiçbir önemli resmi toplantıya çağırılmadım (çağırdıklarında keyiflerini kaçırdım), ulusal pek çok yayında yazılarım, kitaplarım ve ben televizyona çıkarken; yerel gazetelere yazı yazmam, yerel televizyona çıkmam engellendi. Osmaniye’nin ileri gelenleri beni hep uzaktan sevdiler. Oysa endişeleri boşunaydı; benim siyasete ayıracak kadar (kolay kazanılmış) param yoktu; devlet memuru idim ve onların anladığı anlamda (12 Eylül döneminin halen yürürlükteki yasakçı siyasi partiler ve seçim yasaları ile) siyaset yapmayı hiç düşünmemiştim.

Yapabildiğim siyaset alanları Adana-Osmaniye Tabip Odası (uzun yıllar Osmaniye Temsilcisi) üyeliği ve Osmaniye Çevre Dostları Derneği (uzun yıllar başkanı) ve (Çimento Fabrikasına Karşı) Osmaniye Kastabala Çevre Platformu üyelikleri v.b. idi (3). Ama en demokratik hakkım olan bunları yaparken geçmişte ve 2010 yılında dahi bolca idari baskı ile karşılaştım. Yakında kitaplaştıracağım Osmaniye anılarımda bunlardan söz edeceğim ve sonraki yazıda dile getireceğim nedenlerle Osmaniye’nin belki haberi bile olmayacak.

27.12.2012, Osmaniye

Bu Yazının Kaynakçası:

1. http://www.caninsesi.com/yazar.asp?yaziID=2148 adresine 26.12.2012 tarihli erişim.

2. http://www.osmaniye-bld.gov.tr/tr/hizmette3yil/cagdas_kente_dogru.pdf adresine 20.12.2012 tarihli erişim.

3. bkz. http://kastabala80.blogspot.com/

Comments on: "OSMANİYE VE BEN" (4)

  1. […] tabloların üzerine iki kez tıklandığında netleşir. Yazı dizisinin birinci bölümü için: https://umursuz54.wordpress.com/2012/12/27/osmaniye-ve-ben/ adresini, ikinci yazısı için […]

  2. Umur Kardeşim, Osmaniye’de ve Osmaniye’den uzaklaştıkça gönlü, zihni ve tuşlarıyla Osmaniye Sevdalısı yiğit ve güzel kardeşim, sen hep benim ve Osmaniye’nin umurundasın ve umurunda olacaksın. Yaptıklarının takdir edilmesi, ödüllendirilmesi değildi hesabın. Öyle olduğu için Şehit Karaoğlanoğlu Koşuları için Zorkun- Osmaniye arasını pedal basarak koştun. Öyle olduğu için Şehit Karaoğlanoğlu Parkı’nda rahmetli Durdu Kozalak’ın sazı ve sözüyle topladığı kalabalıklara Haziran sıcaklarında çevre bilinci vermeye çalıştın. Seni, bu sevgiyi, bu inanç ve azmi gönüllerimize lutfeden Allahımın rıza ve hamdiyle seviyorum. Yaptıklarımız, yazdıklarımız suya değil zihinlere yazılıyor bilesin. Kaybetmediğin azmin hiç eksilmesin.

    • Bütün bunları sizin gibi arkadaşlarımın desteği ile ve sevenlerimiz için yaptık yapacağız. Hep birlikte. Çok teşekkür ederim.

Yorum bırakın